google-site-verification: google5de5c95d93b82466.html Karartılmış Camdan Dünyaya Bakmak 2
top of page
  • Yazarın fotoğrafıAzad Ceylan

Karartılmış Camdan Dünyaya Bakmak 2

Araba koltuğunu biraz daha geriye çekip arkama yaslandım. Ardını siyah beyaz bir film gibi gösteren camda sokağı izlemeye devam ettim. Göz erimine giren herkesi göz hapsine aldım. Göz bebeklerinde mutluluğun küçük bir kıvılcım kadar dahi olsa ipiltisini aradım. Kahretsin, boşuna uğraştım!

Acaba! Sokakta birer gölge gibi usulcacık ilerleyen onca insan nereye gidiyor? Her biri ne düşünüyor? Belki de hiçbir şey! Sadece çoktan kabul ettikleri hayatlarının kader çizgisinde ilerleyerek belirtilen o meşum saatte varmaları gereken iş yerlerine ulaşmaya çalışıyor. Çünkü başkalarının yazdığı kaderi yaşamayı çoktan kabullenmişler. Değiştiremedikleri kaderi de yaşamaya mahkûmlar. O yüzden de birer gölge gibi sokakta ilerliyorlar ve bir türlü gölgelikten bir bedene bürünemiyorlar. Nefes almaları da yaşadıklarına inanmalarına yetiyor. Bu inanma onlar için yeterli bir konfordur. Ama bu hayattan farklı bir hayatın da mümkün olabileceğini düşünmek onlar için lükstür. Çünkü karnını doyurmakla meşgul bir toplum için inanmak ihtiyaç, düşünmek ise önemsizdir. O yüzden de bu kenar mahallelerde hayata gözlerini açmak büyük bir hatadır.

Şehirler mi içinde barındırdığı insanlara benzer yoksa insanlar mı yaşadığı şehre benzer ikilemini her iki yönden de doğruluyor, bu şehrin mutsuz ve bir o kadar da umarsız insanları. Bu insanlar, bu şehre ait değilmiş gibi hiçbir şeyi sahiplenmeden yaşıyorlar. Çünkü hayatlarına bile sahip olmadıklarının farkındalar. Yorgun bedenleri, yaşama sevincini yitirmiş ruhlarıyla uyum içinde. Bitkin yüzleri, bezgin yüreklerini dışa vuruyor. Bu bitkin bedenler ve mutsuz yüzler, ümitsizliğin kötü kaderi kabullenişinin tezahürü gibi yüzlerinde duruyor. Her biri bu karanlık şehrin birer kayıp gölgesi gibi kendi yalnızlığını yaşıyor. Gün içinde şehrin siluetinde kayboluyor, sabah ve akşam kızıllığında da sokaklara dökülüyor. Belki de hayat onlara sadece bu kadarını ifade ediyor. Eğer ki başka anlamlara da geliyor olsaydı hayattan daha fazlasını isteyebilirlerdi. Ya da hayat onlara ifade ettiği anlamda değil de imkânları dâhilinde anlam kazanıyordu.

Ama ben, ne bu insanların hayatlarının benimkinden kötü durumda olduğunu düşünüp şükür ediyorum ne de benim hayatımın onların hayatından daha iyi olduğunu düşünüp kendimi avutuyorum. İki durum da bende mide bulantısı yapıyor. Çünkü şunu biliyorum, her iki durumda da yaşamak bize ağır geliyor ve canımızı acıtıyor.

O zaman neden, neden ve neden? Neden insanlar bu kadar yorgun, bezgin ve en kötüsü de mutsuz. Onların mutsuzluğuna şahit olmak beni bu kadar üzüyor ve yoruyorken kim bilir onların halleri nicedir. Her biri yorgun, yılgın ve bitkin adımlarla, ayaklarını yerde sürüyerek işlerine gidiyorlar. Bu çıkmaz düşüncenin ağırlığı tam üzerime çökerken genç yaşına rağmen sadece ense kökünde kalan saçlarında bile beyaz saçları siyahlara baskın gelen Baki, ömrünün son sapağını dönüyormuşçasına umarsızca sokağa saptı. Göz kapakları kavuşup karanlığın huzuruna varmak isterken, güneşin o yakıcı sarı ışığına maruz kalmanın eziyetini çekti. Herkes sabahın köründe işe giderken Baki, görev devri yaptığı bir işten dönüp bir sonraki işi babasından devralmadan önce, eşi ve bebeğiyle içinde yaşadıkları baba evinin bahçesindeki kilerden dönme tek gözlü kulübede uyumaya gidiyordu. Çünkü babasıyla işlettiği mahalle bakkalı geçimini sağlayamadığı için geceleri de içinde yaşama hayali kurduğu bahçeli, havuzlu sitelerin güvenliğinde nöbet tutuyordu. Geceleri güvenlikçi kulübesinde gündüzleri de bakkal koltuğunda uyukluyordu. Bütün günü uyumak ile uyuyamamak arasındaki o yakaza haliyle geçiyordu. Bu uykulu yanı da hep biraz eksik ve bir o kadar da yorgundu.

Sahi ev demişken; içinde kaldığı kulübe, baraka, kiler veya serendi, her ne ise adı, gerçekten bir ev miydi? Baki ve küçük ailesinin bir evi var mıydı? İçinde yaşayacakları, müzik dinleyebilecekleri, yemek yapabilecekleri, istenilen saatte uyuyup uyanabilecekleri bir eve sahip olabilmişler miydi? Ezcümle, evi ev yapan, evi yuvaya dönüştüren herhangi bir özelliği var mıydı bu kulübenin? Yoksa içinde sadece hayatta kalabilmek için başkalarının evine mi yamanmışlardı? Tıpkı istediğimiz hayatı yaşayamadığımız için başkalarının hayatını tekir bekir yamalarla üzerimize yamadığımız gibi. Peki, nerde kaldı yaşamak? Biliyorum. Bu satırlarda siz de kendinizi bulacaksınız. Okuyunca "İşte bu nasipsizlerden biri de benim!" diyeceksiniz. Çünkü doğudaki hayatlar o kadar çok benziyor ki birbirlerine al birini, vur ötekine.

Baki yaklaştıkça yüzünde, ancak açlıkla at başı giden bir yoksullukla savaşan insanların yüzünde görülebilecek o endemik keder daha da beliriyordu. Kaç yıl yaşandığına bakılmadan –adı üstünde- bütün bir ömürden arta kalan acıları biriktirerek öleceği günü bekliyordu. Yaşamadan tüketti ömrünü ama ona sorsan ne çok yorgundu bedeni. Belki adı Baki’ydi ama kaderin ona bahşettiği bu kısa ömürde bile kendisine yaşama fırsatı verilmemişti. Adıyla müsemma olmayan ömrü, yaşayamadığı zamanların boşluklarıyla doluydu. Zamanın ömür üzerindeki en büyük yanılgısı da işte budur. Zaman, süre olarak ömrü tamamlasa da yaşanmışlıklar konusunda boşluklarla doludur. O yüzden de otuz beşine merdiven dayayan Baki, daha ne yaşamış ki ömrünün ortasında olsun. Belki de sonunda!

Baki’nin köşeyi dönmesiyle aynı köşeden fakir gettosunun sokaklarına alışık bir gölge gibi yürüyen ilkokul arkadaşım boyacı Ali Usta da sokağa girdi. Umarsız bir yürekle virane bir evden çıkıp içinde asla yaşayamayacağı ultra lüks evleri renklendirmeye gidiyordu. Artık yüksek derecede bile yıkansa boya lekeleri çıkmayacak kıyafetleri, ana ve ara renkleriyle gökkuşağını kıskandırıyordu. Beyni de kıyafetlerine sirayet eden renkler kadar karışıktı, tıpkı daha on beş yaşındayken babasını mezara gömerken uğul uğul yağan yağmur gibi.

Biz Ali ile daha ortaokulda okurken babası ukbaya göçtü. Ona miras olarak: dul bir anne, en büyüğü on iki, en küçüğü üç ay sonra doğacak otizmli bir kardeş olmak üzere beş kardeş, tiridi çıkmış bir babaanne ve damı damlayan toprak damlı bir ev bırakmıştı. O yüzden de Ali’nin babasını anımsamadığı tek bir an bile olmuyordu. Ama bu anımsama, babasına olan sevgisinden ziyade Atlas gibi bir dünya yükünü bir ömür ona sırtladığı içindi. Anlayacağınız babanın ruhu, dirisinden daha çok hatırdaydı. Nice geceler babasının yerine kendisinin ölmesini dilemişti. Yaşam onun için hayatla bir can çekişmesiydi. Yaşam ve ölüm ikileminde ölüm, ona daha evla geliyordu. Kendi ölümünü cennetlik bir çerçeveye bile sığdırmadan ölmek istiyordu. Bu kaçınılmaz bir yazgıyı da çoktan kabullenmişti. Çünkü hayatı sevdiği için yaşamıyordu. Hayatı yaşama nedenleri, yaşamasından daha elzemdi. Kendi yaşamından feragat ederek ailesini yaşatmaya çalışıyordu. Dibine ışık vermeyen ve sabahı bulamadan başkalarına eriyen bir mum gibiydi. Günler ardalandıkça Ali de içine kapanarak sağlı sollu apartmanların gölgesinde kalmış kerpiç bir ev kadar suskunlaştı ve yalnızlaştı. Onun gibi hayalleri de reşit olmadan yalnızlığa gömüldü.

Ali, arabanın hizasına varınca ansızın duraksadı. Hypnos yüzüne üfürmüşçesine kükreyerek esnerken yontulmamış boyalı parmaklarıyla uykusunu bastırmak için dudaklarının üstüne, “pat pat” vurdu. Kapanan gözleri karanlığın keyfini çıkarırken göz kenarındaki kırışıklıkları da titreyerek uzadı. Kırışıklılardaki keder derin yalnızlıklara aşina olduğunu ifşa ediyordu. Ardından yetim bakışlarını kısıp, elini efildeyen rüzgâra perdeleyerek dudaklarının kenarına yerleştirdiği ucuz sigarasını yakmaya çalıştı. Bütün yalnızlığını ilk fırtın dumanının gizemine saklamak istiyordu. Ama nafile! Çakmak tutuşmadı. Çakmağı sallarken yaşamdan yorulmuş umarsız sesiyle “Kahretsin!” dedi. Tam yerinde söylenen bu lafın yerini dünyadaki hiçbir serzeniş alamazdı. Çünkü bu isyan dolu söz, hayatının aksayan bütün aksiliklerineydi.

Tütmeyen sigarasının yarenliğiyle yaşadığı kim bilir kaç kişilik yalnızlıktı. Yürüdüğü her adım, onu geberesiye yalnızlıklara ulaştırıyordu. Kertiklerine kadar işlemiş boyalı ellerinin yalnızlığını sökülmüş ceplerine tıkayarak avutmaya çalıştı. Çünkü o eller, yoksullukla terbiye ediliyordu. Çoğul yalnızlığıyla dörtnala koşup gözden kayboldu.

Uğul uğul akan insan seli içinde bir tanıdık yüz daha: ataması hala gerçekleşmediği için özel bir okulda çalışan ilkokul öğretmenimin kızı. Biz ilkokulda okurken bazen yanında sınıfa getirdiği o şımarık kız da artık bir öğretmen olmuştu, hem de ince belli, işveli, hanım hanımcık bir öğretmen. Ama sistemin gözünde hala öğretmen olma yeterliliğinde olmadığından asgari ücretin de altında bir ücretle özel bir okulda hem öğretmen hem de sekreter olarak sömürülüyordu. Belki de ondan öğretmen hanım, o bakmaya davetkâr güzel yüzünü hüznün boyasına bürümüştü. Yüksek topuklu ayakkabılarıyla da yepelek bedenine ve en çok da yorgun sekreter bacaklarına eziyet ediyordu. Yüzünün güzelliği, yüreğinin izdüşümü olduğu gibi bedeninin yoğunluğu da ruhunun izdüşümüydü. Ama her şeye rağmen gücenik gözlerinin ışıltısında kendi başının çaresine bakmanın sağlamlığı ve kararlılığı vardı.

Bütün bu insanlar dünyanın en mutsuz insanları olmalılar. Çünkü ne çalıştıkları işi ne yaşadıkları şehri ne de yaşadıkları hayatı değiştirmeye muktedirler. Sadece gözlerine bakmak ahvallerini anlamaya yetiyor. Çünkü Baki’nin gözleri, uykusuzluktan iki kan çanağını; sekreter bacaklı kızın gözleri, -güzel dahi olsalar- umarsız iki inciyi; boyacı Ali’nin gözleri ise yorgunluktan iki gözden çok patlamış iki gaz ampulünü andırıyordu. Ve bütün bunları düşünerek, ayırdına varmak, insan üzerinde baş edemeyeceği bir ağırlık çöktürüyor. Tıpkı sebebi anlaşılamayan ama seni anbean ele geçiren habis bir hastalık gibi. Oysa bizlerin de bu gölge insanlardan biri olduğumuzun farkında değilizdir. Birer karaltı gibi bu şehrin içinde pek bir önem arz etmeden, yaşamın başka bir şekilde de olabileceğinin farkında olmadan ölüyoruz.

Kendimi bir günlüğüne de olsa her birinin yerine koyup iş yerlerine yürüdüm. Baki’nin yerine ek işi olan güvenlik işine, öğretmen kızın yerine dershaneye, boyacının yerine daire boyamaya gittim. Her birinin hayatına eşlik ettim. Baki’nin yerine uykusuz kaldım, öğretmen kızın yerine sömürüldüm, Ali’nin yerine karşılığı alınmayan alın teri döktüm. Onlar ben oldu ve ben onlar olduğum için kahroldum. Çünkü fark ettim ki onlar hayatı yaşamıyorlar, hayatta kalabilmek için sadece hayata katlanıyorlar. Yaşamak için acaba daha ne kadar ölmeleri gerekiyordu. Böylece yıllardır kendime sorup cevabını bulamadığım “Hayat nedir ne değildir?” sorusunu bir de onların yerindeki kendime sordum. Aynı perdeden, “Yaşamadık ki, tadamadık ki bilelim!” gibi aforizmatik ve arabesk cevaplar aldım. O anda yaşama dair cevaplanması gereken bütün sorular önemini yitirdi. Ama biliyorum, onların hayatı da haftanın altı günü ev ve iş yeri arasındaki ring hattıdır. Artan bir diğer gün ise Baki uykuda, boyacı kahvede ve güzel kız ise kötü bir restorasyonla ırzına geçilmiş tarihi bir mekânda, bilhassa kahvaltı yapmadan ve kahve içmeden önce birkaç fotoğraf çekmek adına ay boyunca artırdığı üç beş kuruşu harcayarak geçirir. Ne de olsa sosyal medyanın durum ve hikâyelerinde mutlu ve bir o kadar da huzurlu görünmek gerekiyordu. Böylece haftanın yedinci gününde bile bunları yapamayanlara caka satmak gerekiyordu.

Bütün bu yaşananlara şahit olmak yüreğimi sıkan o huzursuzluğu artırdı. Yoksulluk ve çaresizlik ırmakları yüreğimde cem olup damarlarımdaki usareyi zehirliyor. Damarlarımda akan hayat usaresini kurutuyor ve damarlarımı suyu çekilmiş bir dere yatağına dönüştürüyor. Bütün bu insanların kederi, boğazımda toplanıp dile gelmek istiyor. Ama dilim, bir çoban gibi sözcükleri güdüp bir sıraya koyamıyor. Duygularım dilsiz bir çocuğun çaresizliği oluyor. Hissettiklerimi dile getirmenin, sözcüklere giydirmenin bir yolunu bulamıyorum. İşte o zaman hissedilenlerin bir önemi kalmıyor.

Her bir insanın yüzündeki o hüzün üzerime çöküyor. Ruhlarındaki o huzursuzluk yüreğimi daraltıyor. Damağıma, çokça sigara içilen bir gecenin sabahında ağızda kalan o çamurumsu tat yayılıyor. Sanki Baki’nin ömründen, güzel kızın maaşından, boyacının alın terinden çalan benmişim de içimde kendime duyduğum bir öz nefret uyanıyor. Oysa düşününce kimsenin ömrünü tüketmedim, emeğini tırtıklamadım ve hayallerini karartmadım.

Belki de hayat, bu kenar mahallede doğan birçok insan için kocaman bir hataydı. O yüzden de ne kadar çabalarsak çabalayalım sonuç hiç değişmiyordu. Çünkü ne kadar farklı düşünsek de sivrilen uçlarımız yoksulluk tarafından köreltiliyordu. Hayatımızı, karşı evin yıkık dökük duvarında yazan, “Herkes mavi düşünür ama siyah yaşar.” sözü özetliyordu.




72 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kırık

Uyku - 2

bottom of page