google-site-verification: google5de5c95d93b82466.html Batı'ya Dönen Yüzlerin Geri Dönüşü | Meftun.Art
top of page
  • Yazarın fotoğrafıDicle Koyun

Batı'ya Dönen Yüzlerin Geri Dönüşü



Kültür ve medeniyet olarak adlandırdığımız kavramlar bir anda ortaya çıkabilecek unsurlar değildir. İnsan yaşamına elverişli topraklarda, yüzyıllar boyunca gelip geçen topluluklar, meydana gelen doğal afetler, yaşanan savaşlar ve bunun gibi birçok şey; o insanların gündelik hayatına işleyerek, özel zamanlarını kutlamalarından tutun, aralarından birini son yolculuğuna uğurlamalarına kadar yaşayış biçimlerinin her alanında izler bırakır. Bu izler nesiller boyu aktarılırken, farklı biçimlere bürünerek, gelecek neslin yorumlamalarına bağlı olarak çok farklı yollarda da seyredebilir. Yaptıkları en küçük hareket bile, bambaşka bir olayın çıkış noktasına bağlanıyor olabilmektedir. Tabii, ihtimal dahilinde olan felaketler yahut mucizeler, her toplumda aynı izi bırakmadığı gibi bir grup insan üzerinde olumlu çizgiler yaratırken bir diğeri için yıllarca iyileşmeyecek bir travma yaratabilir. Bunun en güzel örneklerine de belki de Ömer Seyfettin’in Gizli Mabet adlı eserinde rastlayabiliriz. İnsanlığın belli bir kısmının yaşam alanı, onlar için fakirliği, hiçliği hissettirirken; başka diyarlardan gelen bir misafire çok daha farklı yansımakta. Ömer Seyfettin bunu iki karakter üzerinden şu şekilde anlatmıştır: “Bu genç Avrupalı da bunlardan biriydi. Türkiye'ye dair konuşmağa başladık. İddia ediyordu ki biz kendimizi tanımıyoruz; en güzel, en zengin, en bedî sokaklarımıza pis diyoruz; artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere, tabiatı öldüren hendese çirkinliklerine kıymet veriyoruz...” … “Bizim sefa­let, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o "harika!" diyor.” Gizli Mabet’ten alınan bu iki örnekte de rahatlıkla görebilmekteyiz ki, farklı temeller üstünde kurulan, birbirinden ayrı kültürlerden gelen şahıslar manzara aynı da olsa mensubu olduğu medeniyetin penceresinden bakmaktadır. Aynı şekilde Frenk’in, özellikle Anadolu’da karşılaşabileceğimiz sandık odası geleneğine rastladığı kısımda, bu odayı gizli bir mabet olarak tanımlaması da farklı kültürlerden gelen bu iki tipleme için hoş yorumlamalar içermektedir:

“- Neye gülüyorsun?..

- Ayol sen gizli mabede girmemişsin! dedim.

- Ya nereye girmişim?..

- Sütannemin sandık odasına!”

Frenk’in alışık olmadığı bu bambaşka harsın yarattığı gizem kendisinin fazlasıyla hoşuna gitmiştir. Birçok şeye duyduğu hayranlık ve ilgi gibi sandık odası da onun için paha biçilmez “müphem” bir his bırakmıştır üzerinde. Buna karşılık başkarakterin her gün şahit olduğu perişan manzaranın ne özenilecek ne de göz kamaştıracak bir yanı vardır. Bütün bu örnekleri göz önünde bulundurduğumuz zaman, belki de kültürlerarası etkileşimde birbirlerinden etkilenerek “eski köye getirilen yeni adetler” etki bırakan medeniyet için pek bir şey ifade etmezken benimseyen medeniyet için hiç tanıdık olmayan esrarlı bir güzellik yaratmaktadır.


Önemli şahsiyetler arasında bulunan toplum bilimci ve yazar Ziya Gökalp’e göre kültür kavramı, belli bir milletin toplumsal yaşamının ortak geçmişidir. Buna karşılık medeniyet ise belli bir bölgede yaşamını sürdüren milletlerin toplumsal yaşamlarının ortak bilincidir. İnsanlar tarafından yanlış bir biçimde tanımlanabileceği gibi birbiriyle de karıştırılabilecek bu iki kavram toplumun temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden Gökalp, yaşadığı dönemin arada kalmış toplumu için hars ve medeniyet kavramları doğrultusunda belli düşünceler aşılanması gerektiğini savunmuştur. İkinci Meşrutiyet sonrasındaki dönemde değişen sistemler ve işleyiş sonucunda elbette ki zamanın halkı da etki görmüştür. Eski anlayış yıkılırken yerine toplumu bir arada tutacak yeni bir zihniyet gerekmektedir. Fakat bu gerçekleştirilirken, toplumun kendi köklerinden uzaklaşarak yüzünü tamamen Batı’ya dönmesi de ihtimaller arasında bulunmaktadır. Gökalp’in bu kuramı, Türk milleti olarak kendi kültürümüzü koruyarak Batılı medeniyet alanına dâhil olabileceğimizi, geçmişte de yine kendi Türk kültürümüzü korumayı başardığımızı fakat İslam medeniyeti dairesi içerisinde yer aldığımızı, hatta bu medeniyetin en önde gelen temsilcisi ve savunucusu olduğumuzu iddia eder. Epey uzun yıllar sonra değişime gidilen yönetim anlayışı elbet sapmalara ve yanlış anlayışlar benimseme tehlikesi taşır. Fakat Ziya Gökalp, tam da burada düşünceleriyle gerçekleşebilecek sıkıntılara yer verilmemesi üzere hars ve medeniyet kuramıyla yer almaktadır. Bunu ise şu şekilde yapar: O zamana kadar yaygın olarak kullanılan, özellikle Yusuf Akçura’nın analiz ettiği şekliyle, Osmanlı Devleti’nin zaman içinde bir çözüm olarak geliştirdiği ve uyguladığı birbirine alternatif olarak değerlendirilen Türkçülük-Osmanlıcılık-İslamcılık şeklindeki meşhur üçlemesini [Üç Tarz-ı Siyaset], “Türk milliyetçiliği, İslam tasavvufu ve Avrupa korporatizmini kastedecek şekilde “Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” haline sokar. Fakat bir farkla... Gökalp’te bu üç yaklaşım birbirini dışlamaz, hep birlikte yeni bir sentez oluşturur. Birbirini dışlamayan bu düşünceler sayesinde toplumun yaşadığı buhran daha kolay atlatılarak, atalarımızın emekleriyle o güne kadar taşınan kültür unsurları bizimle kalırken diğer yandan değişen dünyaya ayak uydurmak üzere çalışılacaktır. Bu durumu sağlamak üzere görevlendirilen devlet adamları kadar eserleriyle halka dokunarak onları yönlendiren kıymetli yazarlarımıza büyük bir görev düşmüştür.



Ne kadar topluma en yakın olarak görülen kişiler devleti yönetenler olsa da bir ülkede yaşayan vatandaşlarla en iyi şekilde bağ kuranlar yazarlar, şairlerdir. Onlarsız varlığını sürdürmeye çalışan bir medeniyet, uzun süre ayakta kalamaz. Ki, bu gibi şahısların olmadığı bir topluluk yoktur, olması da düşünülemez. Bütün bunların en başında, toplumda meydana gelen önemli olayların yazıya geçirilmesi bile başlı başına kritik bir eylemdir. Bu gibi tarihi olaylar sözle kalmayarak belge haline geldiği zaman, bir sonraki nesle çok daha kolay bir aktarım olacaktır. Bir önceki yüzyıllarda yapılan hatalar tekrarlanmayacak, medeniyeti ileri götüren yeniliklerin üstüne katılarak topluluk daha üst seviyelere çıkarılacaktır. Edebiyata kazandırılan eserlerin çıkış noktası da aynı şekilde halkın kendisidir. Özellikle bir gruba belli bir düşünce aşılanmak isteniyorsa onlara ulaşmak için yine tanıdık simalar yaratarak ilerlemek seçenekler arasında bulunmaktadır.


Geçmişimize baktığımız zaman, köklü ve zengin bir edebiyata sahip olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Uygarlığın kalbinden çıkarak, “halk”ın edebiyatı, dönemin insanını temel alırken; divan edebiyatı daha çok yüksek zümreye, tabiri caizse bu işin eğitimini almış insanlara hitap etmiştir. Bu dönemde halkla arasına mesafe girerken saraya yakınlaşan edebiyat daha komplike ve herkesin anlayamayacağı bir yolda seyretmiştir. O dönemde yaşayan halktan çok ayrı bir biçimde gelişen bu edebiyat, bizlere çok kıymetli eserler bıraksa da standart düzeyin üstünde olması dönemin insanına katkıda bulunamamasına sebebiyet vermiştir. Zaten, yapılan sanat da sanat içindir toplum için değil. Bu dönemde bağları kopan bu iki önemli unsur (yazar ve halk) aralarına giren iletişimsizlikle beraber karanlığa gömülmüştür. Aynı şekilde sarayla halk arasında da dev bir uçurum oluşmuştur. Diğer toplumlar bu süreçte ilerlerken, o dönemki Türk topluluğu bir süre aynı yerde kaldıktan sonra yavaş yavaş gerilemeye başlamıştır. Sonrasında kurulması gereken yeni düzenin ancak halkla sağlanabileceği gerçeğiyle, Tanzimat’la beraber, sanatçılar yüzlerini tekrar halka dönmüştür.



O dönemde hayatımıza farklı bir yönüyle giren Batı-Doğu ikilemi, yanlış Batılılaşma olarak karşımıza çıkmıştır. Durmaksızın gelişen dünya düzenine elbette ki ayak uydurulmalıdır. Lakin, bu süreçte Batı’da gerçekleşen yenilikleri ve farklı gündelik hayatı benimserken kendi köklerimizden tamamen uzaklaşarak, süzgeçten geçirilmeden Batı yaşam tarzını almak gibi bir durumla da karşı kaşıya kalınmıştır. Bu yanlış Batılılaşma furyasından da elbette ki yine bizim kendi değerlerimiz doğru yönü gösterme görevini üstlenmiştir. Bunun en güzel örneklerinden biri de değerli eserlerimizden olan Ahmet Mithat Efendi’nin kaleminden “Felatun Bey ile Rakım Efendi”dir. Felatun Bey karakteri ile özenti bir biçimde alafrangalığı benimsemekten kaçınılması gerektiği, Rakım Efendi ile çalışkanlık ve kendi kültürümüze bağlı olmak, Batı kültürünün sadece olumlu kısımlarının benimsemek gerektiği işlenmektedir. Bu örnekte de görebileceğimiz üzere, yazar ve şairlerimizin, hars ve medeniyete olan katkıları ziyadesiyle büyüktür. Bir toplumun kaderi, gideceği yön, alışkanlıkları, düşünceleri, kısacası can damarı bu insanlardan geçmektedir. Kültürü korumak, geliştirmek ve mensubu olduğu medeniyete katkıda bulunmak da yine onların elindedir. Bunda tabii ki halkla olan ilişkilerinin de çok etkisi bulunmaktadır. Yaşadığı toplumdaki insanlarla bağı kuvvetli olan yazar, bu insanları çok daha ileri de götürebilmekte dibe de çekebilmektedir. Bu durumda, halkı bilinçlendirmek, ileriye taşımak, var olan kültürü geliştirerek koruma altına almak gibi bütün bu büyük işler, bahsi geçen şahsiyetlerin sorumluluklarıdır.


Günümüzün genç nesli, teknoloji odaklı, hızlı ve tüketime yönelik bir yaşam biçimiyle iç içe bir çizgide ilerlemektedir. Bütün bu tüketim çılgınlığından elbette ki, kültürel değerlerimiz de nasibini almaktadır. Tek tuşla bütün dünyada olup biten her şeye ulaşmak, bunlara şahit olmak ister istemez “nereye çekilse oraya giden”, sürü psikolojisiyle hareket eden bir topluluk yaratmaktadır. Kendi değerlerini demode, yavan ve maalesef ki utanç verici bulan bu yeni kanlar daha çok Avrupai yaşamın onlara göre gösterişli kısmını baz almaktadır. Ne yazık ki hızla yayılarak ve çoğalarak devam eden bu durum daha önceki Türk toplumlarında engellenmeye çalışılan “yanlış Batılılaşma”nın bir versiyonudur.



Teknolojinin yarattığı hız ve tüketim çılgınlığı aynı zamanda şimdiki genç ve ilerleyen zamanın yetişkinlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Odaklanmakta fazlasıyla zorlanan bu grubun, bir videoyu izleme süresi veyahut bir metni okuma, anlama ya da ilgisini cezbetmediğine karar vererek bir kenarda bırakma süresi fazlasıyla azdır. Fakat bunların farkında olunduğunda üstesinden gelmek, yaratılan medeniyetin yok olup gitmesine, kültürün tarihe karışmasına izin vermemek oldukça çözüm üretilebilir sorunlardır. Yeni nesli, kendilerinden daha iyi tanıyabilecek başka kimse yoktur. Doğrudur ki empati yeteneği akranlar arasında daha kolay sağlanmaktadır. Bu yüzden gelecek olan nesil yaş gruplarına ayrılarak, benimsenen zararlı düşünceler bu nesilden nasıl arındırılabilir düşüncesiyle belli bir yol haritası çizilmelidir. Sonrasında ise bu nesli kazanabileceğimiz duraklara dikkat ederek dikkatlerini tek bir noktada odaklayabilecek yöntemler geliştirerek ve işin ustası olan değerli yazarlarımızla iş birliği yaparak medeniyeti çürütebilecek zararlı otlar temizlenmelidir. Gençlerin herhangi bir metne, görsele ya da videoya verdikleri şansın süresi saptanarak özenle aşılanmak istenen şeyler bu bireylere anlatılmalıdır. Yalnız bunu yaparken her insanın farklı olduğu, ayrı düşünce, görüş ve inançlara sahip olduğu unutulmayarak herkesin doğrusunun başka biçimde olduğu da göz önünde bulundurularak hareket edilmelidir. Ne zamanki halkı oluşturan bireyler, saygı ve geçilmemesi gereken kırmızı çizgileri bilincine oturtur, o zaman hars ve medeniyet zarar görmeden, gelişerek, çoğalarak bir sonraki nesle miras bırakılır.



KAYNAKÇA:

1. Ömer Seyfettin- Gizli Mabet

2. Sosyal ve Siyasal Arasına Sıkışmış Bir Figür: Ziya Gökalp ve Hars-Medeniyet Kuramı, Yücel Bulut.

141 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page