Başrollerini Ahmet Rıfat Şungar ve Barış Gönenen’in üstlendiği, Ali Kemal Güven’in yazıp yönettiği Çilingir Sofrası filmi, demlendikçe katman katman açılan geçmişin hesabını tutuyor. Film, geçmişin hesabını tutarken aşkı, kimliklerimizi ve tabularımızı da masaya yatırıyor ve bu tabularla savaşırken başvurduğumuz savunma mekanizmalarının düğümü, film ilerledikçe adım adım çözülüyor.
Yusuf Efe ve Emir Can, on yedi yıl aradan sonra bir çilingir sofrasında buluşurlar ve içinde geçmişin saklandığı kapalı kutular açılır. Görünürdeki arkadaşça buluşmanın ardındaki sır perdesi ise lise yıllarından kalma bir aşk hikâyesidir. Yusuf Efe, yıllar sonra sosyal medya aracılığıyla Emir Can’a ulaşır ve onu Beyoğlu’nda bir meyhaneye davet eder. Emir Can meyhaneye varmak üzereyken filmde de o sırada Emir Can İğrek’in Bıraktım Şaşırmayı şarkısı çalmaya başlar. Emir Can, henüz meyhaneye varmadan şarkının şu sözleri duyulur: “Tecrübeyle falan sabit değil söylediğim. Hayatta hiçbir şey sabit değil, söyleyeyim her şey bitecek. Tıpkı bu şarkı gibi…” Gece henüz başlamamışken çok geç olmadan gerçekleşecek olan vedanın sinyalini adeta izleyiciye önceden haber veriyor gibidir bu sözler.
Yusuf Efe’nin, Emir Can’ın meyhaneye gelmesini beklerken ne kadar telaşlı göründüğüne şahit oluruz. Bastırmaya ve yok saymaya çalıştığı tüm duygular, gömüldükleri yerden çıkmaya çalışır adeta. Masaya da oldukça özenir Yusuf Efe ve gelen kişiyi aslında ne kadar önemsediğini de anlarız onun bu çabasından. İkilinin ilk buluştukları anda da ne kadar gergin oldukları göze çarpar. Yıllardır görüşmeyen bu iki arkadaş, konu açmakta zorlanırlar. Hele ki o arkadaşlığın ardında bastırılmış duygular da varsa sohbeti ilerletmek de bir o kadar zor olur. Yusuf Efe evliliğinden ve kızından bahseder. Daha o ilk sahnelerde anlarız ki Yusuf Efe, maçoluğu özenle giymiştir üzerine. Karısının sosyal medyada erkekleri takip etmesini istemediğini, buna gerek olmadığını anlatarak “kısıtlayıcı erkek profili” çizer. Ayrıca karısından bahsederken şunu da eklemeyi ihmal etmez: “Ben onun hayatına giren ilk erkeğim. İlkiyim yani…” Toplumun ona biçtiği normlara kusursuz bir şekilde uymaya çalışır Yusuf Efe. Erkekse dibine kadar erkek (!) olacaktır.
Filmin adı olan “çilingir sofrası” da bize daha çok erilliği çağrıştırıyor. Rakı masası, heteroseksüel erkeklerin toplum baskısı altında ezilirken günlük hayatta dışa vurmaya çekindikleri, göstermek istemedikleri taraflarının daha rahat ve esnek bir şekilde ortaya çıktığı bir alan oluyor. Tıpkı bir çilingirin kapı kilidini açması gibi erkeğin ruhunun kilidinin de önemli ölçüde açıldığı bir yeri temsil ediyor çilingir sofrası.
Ahmet Rıfat Şungar’ın üstlendiği Yusuf Efe karakteri, isminden giyim kuşamına kadar
hem içine doğduğu muhafazakar aileyi hem de dürtülerini bastırma çabasıyla benimsediği yoğun maskülenliği gayet iyi yansıtıyor. Lisede yaşadığı deneyimleri ve hissettiği duyguları hastalık olarak tanımlayarak dürtülerini inkâra başvuruyor. Toplum normlarına uymak için büyük çaba sarf ederek ve bu uğurda tonla para döktüğü tedavilerin onu iyileştirdiğine inanarak haline şükrediyor Yusuf Efe. Şöyle diyor Emir Can’a: “Pahalı tedavilerdi ama olsun, işe yaradı. Bak şimdi bir ailem var.” Ötekileştirilmemek ve damgalanmamak adına kendisini gizleyen biri Yusuf Efe. Abartılı erkeksiliğinin altında da tam olarak kendiliğinin inkârı yatmaktadır. Bir noktada çok abartılı davranan kişi, büyük olasılıkla diğer bir noktada başka bir şeyi ödünlemekle meşguldür diyebiliriz. Psikodinamik bakış açısına göre Yusuf Efe karakterinde “karşıt tepki oluşturma” mekanizmasının da işlediğini belirtmek isterim. Bir kişide suçluluk duygusu yaratan tehlikeli istekler çok yoğun olduğunda kişinin bunları baskı altında tutması da o kadar güçleştiğinden bu kişi tehlikeli gördüğü isteklerinin tam karşıtı olan bilinçli tutum ve davranışlar geliştirerek kendisini suçluluktan korumaya çalışır. Eşcinsel eğilimlerin karşı cinse yönelik abartılı bir ilgi ve etkinlikle maskelenmesi de tam olarak bu mekanizmaya karşılık gelmektedir. Ayrıca Yusuf Efe’nin “içselleştirilmiş homofobi” ye sahip olduğunu söylemek de yerinde olacaktır. İçselleştirilmiş homofobi, eşcinsel bireylerin kimlik gelişimleri sırasında eşcinselliğe yönelik olumsuz duygu, inanış ve tutumları benimsemesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kişi, kendi benliği hakkında olumsuz duygulara sahiptir. Bu durum ciddi depresyona, anksiyeteye ve hatta intihara yol açabilir. Kimi zaman da Yusuf Efe örneği üzerinden gördüğümüz gibi yoğun inkâr aracılığıyla bu anksiyete ile baş edilmeye çalışılabilir.
Barış Gönenen’in üstlendiği Emir Can karakteri ise her ne kadar kimliğini kabullenerek rakı masasında eşcinsel olduğunu rahatlıkla söyleyebilse de ve nispeten daha özgür bir portre çizse de toplumun prangalarından tamamıyla kurtulamayacağını görüyoruz. Bu noktada Emir Can’ın mesleğinin öğretmen olduğu ve onun memur hayatında bu kimliğini açıkça dışavurup yaşayamadığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Hatta bir meslektaşı ile karşılaştığında o kadınla ayaküstü flört edişini de izliyoruz. En özgürümüzün bile mutlak özgürlüğü tadamayacağının vurgusu yapılıyor Emir Can karakteri üzerinden. Emir Can’ın söylediği şu cümleye de dikkat çekmekte fayda var: "Şahsen ben kendimi türünün tek örneği sayarak büyüdüm." Günümüzde sosyal medya aracılığıyla kazanılan imkânlar neticesinde insanlar yalnız olmadığını hissedip deneyimlerini daha çok paylaşabilse de onların gençliği için böyle alternatiflerin söz konusu olmadığını biliyoruz. Eşcinsel yönelimli kişiler, toplumdaki baskı ve etiketleme nedeniyle kendilerini ifade etmekte sorun yaşıyorlar ve maruz kaldıkları psikolojik baskı onların bilişlerini, algılarını da şekillendiriyor. Böylece kendilerini yalnız hissedebiliyorlar, bu deneyimi yalnızca kendileri yaşıyormuş zannedebiliyorlar ve üstlenmemeleri gereken bir suçlulukla dolup taşabiliyorlar.
Yusuf Efe’nin “kendisi olmaya dair” problemlerinin olduğuna ve varoluşunun/kimliğinin önemli bir yönünü kabullenemediğine şahit oluyoruz. Bu noktada da hepimize verilen temel bir mesajın olduğunu düşünüyorum: "Hepimizin kendimiz olmaya dair sorunları olabilir." Hepimiz kimliğimizin belirli yönüne/yönlerine yabancılaşmış hissedip aidiyet duygumuzu sorgulayabiliriz zaman zaman. Bu illa ki cinsiyet kimliğimizle alakalı olmayabilir ama yine de benliğimizin önemli bir parçasını içerebilir.
İnkârın olduğu her yerde geçmiş, kendisini tekrar etmeye de meyilli oluyor. Yusuf Efe, arkadaşça bir buluşma olacağını düşünerek bir görüşme planlasa da bastırılan her duygu saklandığı yerden çıkıyor ve geçmiş tüm çıplaklığıyla karşılarına dikiliyor. Duygularını, dürtülerini, gerçekliğini kabul edemeyip inkâra başvuran insan aynı acıları, travmaları, vedaları tekrarlamaya hazırlıyor kendisini. Hatta Freud buna “tekrarlama/yineleme zorlantısı” adını vermiştir. İnkâr ettiğimiz tüm duygu ve dürtüler biz farkında olmasak da yeni adımlar atmamıza ket vurabiliyor ve biz neden bir türlü yeni bir sayfa açamadığımızı, yeni başlangıçlar yapamadığımızı sorgulamaya başlıyoruz. Emir Can’ın başka bir erkekle ilişkisi olmuş fakat bitmiş. Belki kendisi farkında olmasa da geçmişte yarım kalan bir hikâyesi olduğu için bilinçdışı bir şekilde zaten bitecek bir ilişki seçip yaşadıklarını kendini gerçekleştiren kehanete dönüştürmüş olabilir diye düşünüyorum istemsizce.
Yarım kalan aşkların daha çok hatırlanmasının ve yarım kalmış hikâyeleri unutmanın daha zor olmasının psikolojide bir karşılığı var ve buna da “zeigarnik etkisi” adı veriliyor. Tekrar görüştükleri o gecenin sabahında Yusuf Efe mutsuz ama Emir Can huzurla kapatıyor geçmişin hesabını. Yusuf Efe ağır bir katarsis yaşıyor çünkü uğraştığı o tedavilerin bir şeyi değiştirmediğini içten içe bilse de inkâr mekanizmasına sığınarak gündelik hayatına devam edebiliyordu, ta ki Emir Can ile yeniden görüşene kadar… İnkârla şişirdiği o balonu, Emir Can ile geçirdiği gecenin sonunda patladığında da ağır bir yüzleşme yaşamak zorunda kalır. Emir Can ise şüphelerini gidermiş olmanın huzuru içindedir. “Acaba tekrar deneseydik olur muydu?” kuşkusu kalmamıştır artık çünkü bir şeylerin değişmeyeceğini anlamasını sağlamıştır o buluşma. Bu yüzden huzurlu ama minnet dolu başlar yeni bir sabaha. Yarım kalmış bir hikâyenin zaten tamamlanamayacak olmasını kabul etmekten gelen bir minnettir bu.
Yazımı sonlandırırken şunu da vurgulamak isterim. Yusuf Efe yalnızca Emir Can’a karşı böyle hissettiğini söylüyor. Bu da bize “erkek” ve “kadın” kimliklerinin de ötesinde yalnızca bir “insana” duyulan çekimin ve beslenen hislerin önemini gösteriyor diyebilirim.
"…Biz anca bu masa kadarız. Bu masadan ötemiz yok…"
KAYNAKÇA
Engin Geçtan/ Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar
Comments